
İstanbul’da yaşayanlar için İstanbul’u gezmek “Nasılsa elimin altında, istediğim zaman giderim” hissiyatına karışan biraz da üşenme hali ile bazen göz ardı edilebiliyor. Hele de uzun yıllardır İstanbul’da iseniz, hayatın koşturmacasına kapılıp günlük dertlerin içinde kaybolup gidebiliyorsunuz. 20 yıldan fazla süredir İstanbul’da yaşayan biri olarak benzer duyguları ben de yaşadığım için bu kadar rahat konuşabiliyorum 🙂
İstanbul yüzyıllara, sayısız topluma, birçok kültüre tanıklık etmiş muazzam bir şehir. Klişe laflar gibi gelecek belki ama gerçekten bir açık hava müzesi, tarih fışkıran, kültür fışkıran bir şehir. Tüm olumsuzluklara rağmen, o doku hep kendisini hissettirmeye, kendisini hatırlatmaya devam ediyor.
Birkaç yazı boyunca biraz İstanbul’dan bahsedelim mi? Hem de en klişe gördüğümüz yerleriyle belki de, çok gördük çok alıştık diye, o yerler güzelliğinden bir şey kaybetmiyor aslında değil mi?
İstanbul’u bir turist gibi gezmek deyince, akla gelen ilk rota elbette Tarihi Yarımada içindeki Sultanahmet ve çevresi oluyor. Bu gezilerimde kendime Murat Belge’nin “İstanbul Gezi Rehberi”ni referans aldım. Semt semt yürüme mesafesinde rotalar oluşturmuş Murat Belge, hem tarihi ile, hem de hikayeleri ile çok güzel bir anlatı sunmuş bizlere. Bu rotanın tarihi geçmişini anlamak için okumanızı mutlaka tavsiye edeceğim bir eser.
Ulaşım
Benim bir yere gitmeden önce sıklıkla baktığım uygulama elbette Google Maps. Gideceğim rotaya göre toplu taşıma alternatiflerine bakarak seçimimi yapabiliyorum. Nereden ulaştığınıza bağlı olarak alternatiflerinizi değerlendirebilirsiniz.
Ben Anadolu yakasından geldiğim için Kadıköy üzerinden vapur ile Eminönü, oradan tramvay ile Sultanahmet’e ulaştım. Metro aktarmaları ile Marmaray’a bağlanıp, Sirkeci üzerinden tramvay ile gelmek de yine bir seçenek.
Dipnot: Tramvayın çok farklı bir profili var arkadaşlar, hiçbir taşıta benzemiyor 🙂 Binmek bir mücadele, inmek ise ayrı bir mücadele 🙂 Buna katlanmak istemiyorsanız sahilden itibaren Sultanahmet meydanı yaklaşık 20 dk yürüme mesafesinde.
Kahvaltı Seçenekleri
Sultanahmet tramvay durağında indikten sonra eğer güne çok erken başladıysanız ve kahvaltı etmediyseniz, en garanti seçenek durağa 150 mt mesafede bulunan Sturbucks. Ben kahvemi bildiğim yerden içerim diyenler için güzel bir alternatif.
Bir başka alternatif ise Poika Coffee, çok güzel filtre kahve yapıyorlar, güne ayılarak başlamak için harika bir seçim. Poika’yı bulmakta epey zorlanmıştım, çünkü Karadeniz Pide Salonu ile aynı mekanmış aslında, bir kısmını kahveci olarak kullanıyorlar 🙂
Sultanahmet ve Çevresi Gezi Rotası

İstanbul’un kuruluşu ve tarihini biraz okuyup araştırdığımızda Tarihi Yarımada çevresi zihnimizde daha bir anlam kazanıyor. Roma İmparatorluğu’nun yönetimsel olarak Batı-Doğu olarak ayrılması sürecinde Roma İmparatorluğu’nun başkenti olan Roma şehrine, Doğu Roma İmparatorluğu’nda alternatif bir başkent fikri üzerine kurulur İstanbul. Şehir planı en başından itibaren düzenli olacak şekilde planlanmış ve şehir inşa edilmiştir.
Bugünkü Ayasofya ve Sultanahmet Meydanı arasındaki bölgede Doğu Roma Büyük Sarayı inşa edilmişti. Başkentin görkemini simgelemek üzere ise şehrin meydanında Ayasofya yükselmişti tüm heybetiyle. Halkın günlük hayatını geçirdiği, bir anlamda sosyalleştiği alan ise hemen Ayasofya’nın yakınında girişi bulunan, bugün Sultanahmet Meydanı olarak bildiğimiz Hipodrom’du.
İstanbul’un fethi sonrasında devlet yönetim merkezi değişmedi. Büyük Saray’ın bulunduğu yere yakın bir konumda Topkapı Sarayı inşa edildi, Ayasofya camiye dönüştürüldü, Hipodrom ise artık cirit oyunlarının oynandığı At Meydanı olmuştu. Şehir bu merkezin etrafında büyüyerek gelişti.
Sultanahmet ve çevresinde bu bakış açısıyla şehrin ilk yerleşim yerlerini içerecek, yürüme mesafesinde, bir güne sığan bir rotayı aşağıda bulabilirsiniz. Bu rota içinde Topkapı Sarayı ve Arkeoloji Müzeleri bulunmuyor, çünkü bu noktalar için tamamen ayrı bir zaman ayırmak ihtiyacı var. Ancak ben yetiştiririm derseniz neden olmasın 🙂
1 | Ayasofya Camii |
2 | Yerebatan Sarnıcı |
3 | Milyon Taşı |
4 | Hürrem Sultan Hamamı |
5 | Sultanahmet Camii |
6 | Sultanahmet Meydanı |
7 | Alman Çeşmesi |
8 | Theodosius Dikilitaşı |
9 | Yılanlı Sütun |
10 | Örme Dikilitaş |
11 | Türk ve İslam Eserleri Müzesi |
12 | Hipodrom Kalıntıları (Sphendone) |
13 | Küçük Ayasofya |
14 | Büyük Saray Mozaikleri Müzesi |
15 | Arasta Çarşısı |
16 | Antiochos Sarayı |
17 | Firuz Ağa Cami |
Ayasofya

Rotanın incisi, size tarihi yarımadaya geldiğinizi hissettiren ilk durak elbette Ayasofya. “Kutsal” anlamına gelen “Aya” sözcüğü ile “Bilgelik” anlamına gelen “Sofya” sözcüklerinin birleşiminde oluşan mabedin ismi “Kutsal Bilgelik” olarak koyulmuş.
Çok kısa Ayasofya’nın tarihi ile ilgili hap bilgilerden bahsedecek olursam; (gerçekten çok kısa, emin olun sıkılmayacaksınız :))
– İmparator Justinianos tarafından eski Roma İmparatorluğu’nu yeniden bir araya getirmek amacıyla Doğu Roma başkentinde görkemli bir kilise yaptırmak ister ve kilise 6.yy’da tamamlanır. Sevgili Ayasofya, yıllara meydan okuyarak tam 1500 yıldır bizi selamlıyor.
– 1453’de İstanbul’un fethiyle birlikte camiye çevrilir. Böyle görkemli bir mabedin yakılıp yıkılmak yerine, korunarak Müslümanların en sık kullandıkları ibadethane haline dönüştürülmesi, dönemin şartlarına göre bir saygı jesti olarak görülüyor.
– Cumhuriyet Dönemi ile birlikte 1935’de Ayasofya müze haline getirilir. O günden sonra uzun bir süre müze olarak kalan ve UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan oldukça kıymetli bir tarihi eser olan Ayasofya, büyük tartışmalara yol açmasına karşın tekrar camiye çevrildi.
Şu an müze statüsünde olmadığı için Müzekart ya da bilet almaksızın ücretsiz olarak ziyarete açık. Ancak girişlere belli bir saatten sonra izin verildiğinden, sabah saatlerinde kapı açılışına kadar oldukça uzun bir kuyruk oluyor. (Kapı açılışı 10:00’da başlıyor, parça parça ziyaretçiler alınıyor.)
Ayasofya içinde, kilise olarak kullanıldığı döneme ait iki önemli mozaik pano özellikle dikkat edilmesi gereken detaylar arasında. Bunlardan ilki iç alana giriş öncesindeki kapı üzerinde, diğeri ise çıkarken kullanılan kapı üzerinde bulunuyor. İç alana girmeden önceki kapı üzerindeki mozaikte, iki Doğu Roma imparatoru Ayasofya’yı ve İstanbul surlarını, kucağında Hz.İsa’yı tutan Hz.Meryem’e armağan ediyorlar. Diğer mozaikte ise tahtta oturan Hz.İsa, solda Hz. Meryem, sağda baş melek Cebrail, diz çökmüş durumda ise dönemin imparatoru bulunuyor.
Ayasofya iç alanına girdiğinizde, kubbenin yüksekliği insanda ezici bir etki yaratıyor. Kubbenin dört köşesinde Hristiyanlık inancına dair dört melek resmedilmiş. İç alandaki mermer sütunlar ve sütunların titizlikle oyulmuş sütun başlıkları gerçekten muazzam. Hemen köşede bulunan mermer küpler ise, döneminde Bergama’dan şerbetlerin serin tutulması için getirilmiş. Ayasofya’nın iç alanındaki detaylar, meraklı bir gözle incelenmeye gerçekten değer.
Ayasofya hakkında başlı başına yazılmış eserler olduğu düşünülürse anlatmakla bitmeyecek bir konu aslında. Ancak dışardan meraklı bir gözün görebilecekleri hemen hemen bunlar diyebiliriz.
Yerebatan Sarnıcı

Yerebatan Sarnıcı benim İstanbul’da en etkilendiğim, mistik bir havası olan, çok farklı bir yer. İstanbul’a yeni geldiğim üniversite zamanlarında, sarnıcı ilk kez ziyaret ettiğim esnada sarnıca doğru indiğim merdivenleri ve mermer sütunların haşmetini hatırlıyorum önce. Bu esnada içeride bir ney dinletisi vardı. Ortamın ambiyansı, neyin sesiyle birleşince bir anda farklı bir düzleme ışınlanmış gibi hissetmiştim kendimi.
Uzun süre restorasyonda kaldığı için ziyarete açık değildi Yerebatan. Temmuz 2022’de restorasyonun tamamlanması ile ziyarete tekrar açıldı. Sanatçıların modern eserlerinin de eklenmesi ve farklı ışıklandırmalar ile tarihi sarnıç daha da farklı bir ambiyansa bürünmüş.
Doğu Roma Dönemi’nde çok fazla sarnıç olmasının nedeni, şehrin kuşatılması tehlikesine karşın, olası uzun kuşatma döneminde su ihtiyacını karşılayabilmekmiş. Yerabatan Sarnıcı bu sarnıçları en büyüğü, yine aynı çevrede Şerefiye Sarnıcı ve Binbirdirek Sarnıcı da diğer iki büyük sarnıç arasında.
İstanbul’un fethi sonrasında sarnıçlar uzun süre unutulmuşlar, yeniden bulunduklarında ise Osmanlılar durgun suyu içmedikleri için sadece saray bahçesinin sulanmasında kullanılmışlar.
Sarnıçtaki en meşhur ve Yerebatan’ın simgesi haline gelen iki kalıntı ise, sütunlara kaide olarak kullanılan iki Medusa (Gorgon) başı. Medusa’lar pagan inancına ait simgeler olduklarından, Ortodoks Doğu Roma toplumunun bu pagan kalıntıları sarnıcın en uç köşesinde gizledikleri düşünülüyor.
Restorasyon sonrası sarnıca eklenen modern eserler sarnıca gerçekten çok yakışmışlar. Şu an Yerebatan ile ilgili görsellerin de birçoğunu süslüyorlar. Özellikle Medusa’lara yakın kısımda konumlanan Medusa heykeli ve duvardaki gölgesi çok etkileyici olmuş diyebilirim.
Yerebatan Sarnıcı güncel ziyaret saatleri, bilet ücretleri ve genel bilgileri aşağıdaki resmi sitesinde bulabilirsiniz.
Milion Taşı


Yerabatan Sarnıcı’nın girişinde Milion Taşı’nın kalıntıları bulunuyor. Doğu Roma Dönemi’nde bu nokta “Dünyanın Sıfır Noktası” olarak kabul ediliyor, ve dünyadaki diğer şehirlerin imparatorluğa olan mesafeleri bu noktaya göre ölçülüyormuş. Şu an sıfır meridyeni olarak kabul edilen Greenwich’in Doğu Roma versiyonu Milion Taşı imiş diyebiliriz.
Burada bulunan yapıya dair tek kalıntı şu an küçük bir taş sütundan oluşuyor. Fark edilmesi güç olduğundan özellikle dikkat etmezseniz yanından geçip gitmeniz çok olası.
Milion Taşı’nın Osmanlı İmparatorluğu versiyonu diyebileceğimiz “İstanbul’un Orta Noktası” sütunu ise günümüzde Şehzade Camii’nin ana caddeye bakan avlu duvarının köşesinde bulunuyor.
Haseki Hürrem Hamamı
Ayasofya’dan Sultanahmet’e doğru yürürken hemen solda kalan yapı, Kanuni Sultan Süleyman’ın karısı Hürrem Sultan için Mimar Sinan’a yaptırmış olduğu “çifte hamam”. İstanbul’daki en büyük Türk hamamı olarak sayılıyor. Ben pek hamam insanı olmadığım için içini ziyaret etmedim, hamama gitmek dışında ziyaret edilecek bir imkan olup olmadığını da bilmiyorum açıkçası 🙂 Bu anlamda geçerken dışarıdan görmek yeterli oldu benim için, zaten Mimar Sinan’ın tüm eserleri kendisini belli ediyor 🙂
Sultanahmet Camii
Sultanahmet Camii’sine dair Murat Belge’nin kitabında okuduğum bazı bilgiler gerçekten paylaşılmaya değer. Ziyaret öncesinde mutlaka bilinmesinde fayda var, okurken epey adınlandım diyebilirim.
– Yalnızca sultanlar ve aileleri birden fazla minaresi olan camiler yaptırabilirlermiş. Sultanahmet ise altı minareli caminin dünyadaki tek örneği olarak sayılıyormuş.
– En meşhur tarafı ise İngilizce “Blue Mosque” olarak da adlandırılmasını sağlayan içindeki İznik çinileri. Cami içinde yirmi binin üzerinde çini pano sayılmış.
– Cami adı üstünde olacağı şekilde Sultan I. Ahmet tarafından yaptırılmış. Şimdi ilginç bir bilgi geliyor: I. Ahmet 14 yaşında 14. Osmanlı padişahı olarak tahta çıkıp bundan 14 yıl sonra vefat etmiş.
– I. Ahmet, Osmanlı tarihinde ilk kez böyle büyük bir cami ve külliyeyi, cenge giden padişahın elde ettiği ganimetle değil de, devlet hazinesinden sağlanan para ile yaptırdığından, halk bu durumu protesto etmek için çok uzunca bir süre bu camide namaza gitmemiş.
Sultanahmet Camii girişinde ise oldukça uzun bir kuyrukla karşılaştığımız için dışarıdan görmekle ve avlusunu ziyaret etmekle yetindik. Çok uzun zaman önce içerisini ziyaret ettiği için hafızamda silinmiş durumda, en kısa zamanda içerisini de tekrar ziyaret etmeyi ümit etmekteyim.
Hipodrom (Sultanahmet Meydanı)

Doğu Roma dönemindeki adıyla “Hipodrom”, Osmanlı dönemindeki adıyla “At Meydanı”, günümüzdeki adıyla “Sultanahmet Meydanı” tam bir tarih şöleni. Buraya ait geçmişi bilerek geldiğinizde, Roma filmlerindeki at arabaları ile yarışanlar hayalinizde uçuşmaya başlıyor 🙂
Doğu Roma Dönemi’nde bu meydanın girişi Ayasofya tarafında imiş ve araba yarışlarının yapıldığı Hipodrom’un tam ortasında, yarış alanını ikiye ayıran “Spina” uzanıyormuş. Spina boyunca belli başlı anıtlar bulunuyormuş, bunlardan günümüze kadar ulaşan üç anıt hala Sultanahmet Meydanı’nı süslüyor. Bunlar sırasıyla Dikilitaş (Theodosius Sütunu), Burmalı (Yılanlı) Sütun ve Örme Sütun.
Spina’nın uzandığı çizgi boyunca Ayasofya’ya en yakın kısımda Osmanlı Dönemi’ne ait bir yapı olan Alman Çeşmesi bizleri meydan girişinde selamlıyor.
Alman Çeşmesi:
Sultanahmet Meydanı’nın Ayasofya’ya yakın olan giriş kısmında, çok estetik bir yapıya sahip olan Alman Çeşmesi bulunuyor. Demonte olarak Almanya’da üretilen çeşme, dönemin Alman imparatoru II. Wilhelm’in Osmanlı sultanına ve İstanbul’a bir armağanı. 1901 yılında İstanbul’daki bir araya getirilerek Sultanahmet Meydanı’ndaki yerini almış Alman Çeşmesi. Çeşmenin üzerinde II.Wilhelm’in simgesi ve II.Abdülhamid’in tuğrası yan yana bulunuyor.
Dikilitaş:
İstanbul Gezi Rehberleri’nde ya da tanıtım afişlerinde en sıklıkla görünen İstanbul’un simge yapılarından biridir Dikilitaş. 3500 yılı aşkın tarihi ile Dikilitaş’ın karşısında her durduğumda ürperiyorum. Kimlerin bu taşı bu hale getirdiğini, dönemin teknolojisi ile bu kadar pürüzsüz ve estetik bir yapının nasıl yapılabildiğini, ve de en önemlisi bugüne kadar nasıl olup da hiç aşınmadan günümüze ulaşabildiğini merak ediyorum. Dikilitaş ilk olarak, M.Ö 1500’lü yıllarda Mısır Kralı Tutmosis tarafından Karnak’daki Amon-Ra mabedi önüne yerleştirilmiş. Dikilitaş’ın üzerindeki hiyerogliflerde Firavun Tutmosis’in Amon-Ra’ya şükranlarını sunduğunun anlatıldığı iletiliyor. Doğu Roma İmparatorluğu tarafından ele geçirilip, İstanbul’a getirilen sütun, imparator Theodosius tarafından diktirildiği için onun adıyla anılıyor.
Burmalı Sütun (Yılanlı Sütun):
Hipodrom alanındaki ikinci anıt Burmalı Sütun olarak da anılan Yılanlı Sütun. Bu sütun Doğu Roma İmparatoru I. Constantinus döneminde Delphi’deki (günümüzde Yunanistan sınırlarındaki) Apollo tapınağından şehre taşınmış. Koleksiyonerlikte sınır tanımamak böyle bir şey olsa gerek 🙂 Mısır’dan getirilen Dikilitaş ile birlikte, bu sütun da Yunanistan’daki anavatanından taşınmış görünüyor.
Eski kaynaklarda anıtın orijinal halinde sütunu üç farklı yılanın birbirine sarılarak oluşturduğu, bu yılan başlarının üç farklı yöne baktığı ve yılan başlarının üzerinde de bir kazan bulunduğu görülüyormuş. Ancak günümüze kazandan da, yılan başlarından da ulaşabilen olmamış. Sadece yılan başlarından birinin bir parçası şu an Arkeoloji Müzesi’nde bulunuyormuş. Kazanın ise Latin istilası sırasında tahrip edildiği düşünülüyor.
Örme Sütun:
Hipodrom alanındaki üçüncü ve son anıt Örme Sütun. Diğer sütunlara göre estetiksel ve sanatsal açıdan en az ilginç olan anıt ise bu sütun. Örme Sütun, değişik ölçülerden yontulmuş taşlardan örülerek meydana getirilmiş ve 32 metre boyunda.
Osmanlı Dönemi’nde bu sütuna tırmanma yarışları düzenlenirmiş, hatta sütunların arasında ipler gerilerek 30 metre yükseklikte hiçbir koruma olmadan ip cambazları sütunlar arasında gidip gelirlermiş. İzlemesi baya yürek hoplatan bir deneyim olmalı o dönemde.
Türk İslam Eserleri Müzesi (İbrahim Paşa Sarayı)
Osmanlı Dönemi’nde “At Meydanı” olarak kullanılmayan başlayan Hipodrom Bölgesi’nde Osmanlı’ya ait yapılardan biri İbrahim Paşa Sarayı.
İbrahim Paşa, Kanuni Sultan Süleyman’ın gençlik arkadaşı, damadı ve aynı zamanda da sadrazamı. İbrahim Paşa’nın Kanuni’nin kız kardeşi ile evlenmesi sonrasında, saray İbrahim Paşa Sarayı olarak anılmaya başlamış ve birçok düğün, şenlik, kutlamaya da sahne olmuş.
Osmanlı tarihi boyunca, hanedan dışından birinin sahip olduğu ve saray olarak adlandırılan tek konutun burası olduğu ifade ediliyor.
İbrahim Paşa’nın boğdurulması ve servetine el koyulması sonrasında da saray çeşitli devlet işleri için kullanılmış. Günümüzde ise “Türk İslam Eserleri Müzesi” olarak hizmet veriyor.
İçerideki koleksiyonu henüz ziyaret etme fırsatım olmadığı için içerisi ile ilgili bilgileri veremesem de, yakın zamanda ziyaret etmeyi umuyorum.
Sphendone Kalıntıları
Hipodrom’dan günümüze kalan tek kalıntı Sphendone Kalıntıları olarak geçen bir duvardan ibaret. Duvardan içeri doğru girişler olduğu görülüyor, ancak güvenlik önlemleri sebebiyle etrafı tamamen kapatılmış durumda. Şu an kamuya ziyarete açık bir durumu yok maalesef bu tarihi kalıntının. Restorasyon işlemleri olur da bir gün Sultanahmet’in altındaki gizli tünellerde gezebilir miyiz, zaman gösterecek 🙂
Şu an için ziyarete açık olmadığından, önünde park etmiş otomobiller ile adeta bir otopark havası var. Yakın zamanda kamuya kazandırılmasını ümit ediyoruz.
Küçük Ayasofya

Eğer Sphendone Kalıntıları’nı görmek için sahile doğru indiyseniz, rotaya Küçük Ayasofya‘yı da ekleyebilirsiniz.
Planı Ayasofya’ya benzediği için Türkler tarafından verilen ismiyle Küçük Ayasofya, kiliseden camiye çevrilen Doğu Roma dönemine ait kiliselerden birisi. Camiye giriş kısmından yaklaştığınızda sonradan eklenen minare ve avlu kısmının, tarihi ana kilise binasından farkı seçilebiliyor. Bu açıdan camiye çevrilen diğer kiliselerdeki neredeyse fark edilmeyen yapı geçişleri burada uygulanmamış gibi hissettiriyor.
Özellikle Ayasofya’yı ziyaret ettiğiniz aynı gün içinde Küçük Ayasofya’yı da ziyaret ederseniz, içerideki mermer sütunların ve sütun başlıklarındaki işlemelerin benzerliğini ve güzelliğini hemen ayırt edebiliyorsunuz. Büyük ve fazla sayıdaki pencereleri ile de içerisi oldukça aydınlık ve ferah bir yapı burası. Gotik mimari örneğindeki kiliselerin karanlık ortamından çok farklı bu anlamda.
Arasta Çarşısı ve Büyük Saray Mozaikleri Müzesi

Büyük Saray Mozaikleri Müzesi’ne, Sultanahmet Camii’nin hemen arkasında bulunan ve dönemin alışverişi için kurulmuş olan Arasta Çarşısı içinden giriş sağlanıyor.
İçeride sergilenen mozaikler M.S. 450-550 yılları arasındaki dönemden kalan Doğu Roma Büyük Sarayı’na ait. Mozaikler genel olarak doğa ağırlıklı, dinsel içerik taşımıyor. Kartal, aslan, yılan, keçi gibi tasvir edilen birçok hayvan var mozaiklerde.
Türkiye’de elbette çok daha büyük ve fazla koleksiyona sahip mozaik müzeleri var. Bunların başında Gaziantep Zeugma Müzesi ve Hatay Arkeoloji Müzesi geliyor. Bu müzelerin yanında Büyük Saray Mozaikleri Müzesi hacmen daha küçük kalıyor diyebiliriz. Müzeye gelirken beklentiyi bu yönde belirlemekte fayda var. Alan çok fazla büyük olmadığından yarım saat gibi bir sürede rahatlıkla gezilebilecek bir müze.
Müzekart+ ile müze ziyaret edilebiliyor. Müzekartınız yoksa bu müzeye özel tek bilet almak mantıklı değil, çünkü bilet ve müzekart fiyatları aynı. Müze ziyareti öncesinde online Müzekart+ alabileceğiniz gibi, müze girişindeki kart satış noktasından basılı kart da alabilirsiniz. (Farklı ören yerlerinden üzerinde resminizin olmadığı müzekartınızı da burada kişiselleştirebilirsiniz. Üzerinde resim olmayan ve kişiselleştirme işlemi yapılmayan kartlar 7 gün içinde bloke oluyor, kişiselleştirme noktalarında bloke kaldırılıyor.)
Müzeye dair güncel ziyaret saatleri, giriş ücreti, müzekart detayları gibi bilgilere Kültür ve Turizm Bakanlığı resmi sitesinden ulaşabilirsiniz.
Mehmet Akif Ersoy Parkı

Sultanahmet ziyareti sırasında tramvaydan inilen Sultanahmet durağından Sultanahmet Meydanı’na doğru yürürken, mutlaka Mehmet Akif Ersoy Parkı’ndan geçiyoruz.
Parkta Firuz Ağa Camii ile Doğu Roma dönemine ait Antiochos Sarayı kalıntıları bulunuyor. Firuz Ağa, II. Bayezid’in Hazinedarbaşısı. Caminin yapım yılı ise 1491, İstanbul’un fethinden kısa bir süre sonra inşa edildiğinden şehrin en eski camilerinden biri.
Doğu Roma kalıntılarına dair ise dışarıdan bakan bir göz olarak pek birşey anlaşıldığını söyleyemem.
Başka Neler Var?
Topkapı Sarayı, Aya İrini, Arkeoloji Müzeleri ve Gülhane Parkı Tarihi Yarımada’nın olmazsa olmazları. Aynı gün içinde yazıda geçen Sultanahmet rotasına dahil etmek epey yorucu olabilir, bu sebeple apayrı bir rota planı gerekir diye düşünüyorum. Elbette daha fazlasını sığdırabileceğiniz daha esnek bir plan ile de ilerlenebilir.
Keyifli geziler!