
- Yazar: Stefan Zweig
- Sayfa: 70
- Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
- Yayın yılı: 1927
- Yer: Monte Carlo
- Özgün Adı: Vierundzwanzig Stunden aus dem Leben einer Frau
Okunmayan Zweig kitabı kalmasın şenliklerimizde bugün de “Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat” konuğumuzdu 🙂 Sosyal medyada neredeyse her gün karşılaştığım bu novellanın Zweig’ın en bilinen eserlerinden biri olmasına rağmen, benim okumaya yeni fırsatım oldu. Bir yandan oturup yeni bir kitap daha okuyayım diyorum, sonra okuyacak Zweig kitabım kalmayacak diye korkuyorum 🙂 Ama biyografiler hariç çok yakında hepsi biter gibi görünüyor.
Kadın ruhunun derinlerine inmeyi çok iyi becerebilen nadir yazarlardan olan Zweig burada da duygu-durum incelemesindeki ustalığını sonuna kadar kullanmış.
Fransız Rivierası’nda geçen hikayenin içinde ikinci bir hikayeye dahil olarak Monte Carlo’daki amansız bir duygu koşuşturmasının içinde buluyoruz kendimizi. Romanın ana karakteri olan Mrs.C. nin gözünden anlatıyor yazar insanların duygularını okuyabilmeyi. Aynı zamanda insanın nasıl duygularının esiri olabileceğini, bu durumun nasıl aniden ve en beklenmedik şekilde gerçekleşebileceğini de bizlere roman kahramanı üzerinden yaşatıyor.
Beklenmedik şeyler yaşamış bir insan için ‘imkansız’ sözcüğünün anlamı kalmamıştır.
Zweig’ın burada anlatmak istediği bir olgunun da hem kendimiz hem de başkalarının yaşadığı olağanüstü durum ve duygulara karşı takındığımız yargıcı tavır. Genel anlamda anlatıcının devreye girmesiyle de bu yargıcı tavrın kırıldığını gözlemliyoruz.
Bu tip Zweig hikayelerini okuduğumda “Midnight in Paris” filmindeki gibi bir faytona atlayıp kendimi 40lı-50li yıllarda Viyana’da faytona binip eğlenmeye Prater’e giderken bulasım geliyor 🙂 40’lı yıllarda yazılan bu Zweig eserlerinin atmosferi gerçekten bambaşka..
Kitabın genel konusuna gelecek olursak, hikaye Fransız Rivierası’ndaki sakin bir pansiyonda tatil yapmakta olan bir grubun da bulunduğu otel ahalisi, bir gece beklenmedik bir olayla karşılaşırlar. Bu olay karşısında görüş ayrılığı yaşayan grubun, kendi arasında tartışmalar yaşanmaya başlar. Grupta sözü geçen İngiliz bir soylu olan Mrs.C. vakur tavrıyla tüm tartışmalara son verir ancak anlatıcımızın Bayan Henriette’yi ateşli bir şekilde savunması ve önyargısız tavrı Mrs.C’ye kendisinin de geçmişte yaşadığı 24 saatlik bir zaman dilimini anlatabilme cesaretini verir. Bir akşam anlatıcımızı odasına hikayesini anlatabilmek için çağırır. Neredeyse yirmi beş yıl önce başından geçen ve duygusal açıdan oldukça sarsıcı ve yoğun bir deneyimini anlatmaya başlar.
Bir insan için bütün yaşamınızı bir kenara itiyorsunuz, o ise kayıtsızca elinin tersiyle kovduğu bir sinekten daha fazla değer vermiyor size.
Zweig’ın bir çok hikayesinde olduğu gibi burada da asıl konu bu noktadan başlar. Mrs.C. anlattıkça o duygu yoğunluğunun içine girer ve beklenmediğin aslında ne kadar da hızlı gelişebileceğini, olamaz denen şeyler nasıl ihtimal dahilinde olduğunu görmeye başlarız. Monte Carlo’daki kumarhane’de yaşanan duygu analizleri bir harikadır, yıkılmış bir insanın tasviri adeta insanın gözünde canlanır.
Yeryüzündeki hiçbir şey bir insanın çaresizliğini, kendisinden böyle tamamen vazgeçtiğini, canlı bir ölü haline geldiğini bu hareketsizlik kadar sarsıcı bir şekilde ifade edemez.
Avrupa’nın burjuva grubunun ikiyüzlü ahlak anlayışına bir eleştiridir Zweig’ın amacı; ve bunu Mrs.C.’nin ve Bayan Henriette’nin başına gelenler ve bu yaşananlardan sonra soylu grubun takındığı tavır ile yaptığı yorumlar üzerinden bize aktarır.
Bütün acılar korkaktır, yaşama karşı duyulan aşırı arzu karşısında acı geriler; çünkü yaşama arzusu, düşüncelerimizde var olan ölüm arzusundan çok daha güçlü şekilde bedenimizin her zerresinde mevcuttur.
der Zweig bu eserinde.. bu satırları okuduğumda keşke Zweig’ın da yaşama arzusu daha ağır bassaydı ve acının korkaklığını yaşasaydı diye geçirdim içimden…
Yine kısa ama yoğun, keyifle okunabilecek ve Zweig’ı en güzel duygularımızla hatırlayabileceğimiz bir eser 🙂 Keyifli okumalar!