
- Yazar: Stefan Zweig
- Sayfa: 74
- İlk Yayın Yılı: 1922
- Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları (2017)
- Özgün Adı: Die Mondscheingasse
Dubrovnik sokaklarında aylak aylak gezindiğim günlerin başında Lyon’da Düğün‘ü okumuştum. İçinde kısa kısa hikayeler olduğundan, bir dinlenme molasında güzel bir mekana çöktüğümde hemen kitabımı açıp içindeki hikayelerden birini okuyup bitirmek ve sonra gezime devam etmek çok güzel olmuştu.
Lyon’da Düğün bitince, hemen peşinden benzer şekilde bir hikaye kitabını aldım elime Zweig’dan. İçinde beş farklı öykü barındıran Ay Işığı Sokağı, yine kısa ama içindeki karakterlerin derinliğiyle eşsiz hikayeler barındıran bir Zweig klasiği. Lyon’da Düğün’e göre daha karamsar ve karanlık bir yapısı olduğunu belirtmekte fayda var, nitekim kapak tasarımı bile kendisini biraz belli ediyor 🙂
İçinde var olan hikayelere gelecek olursak sırasıyla şu şekilde:
- Ay Işığı Sokağı
- Leporella
- Nişan
- Leman Gölü Kıyısında Olay
- Avare
Ay Işığı Sokağı
“Ay Işığı Sokağı” hikayesinde gece yarısı bir arya ezgisine takılıp, sesin geldiği yönü takip eden bir yabancının, çok sarsıcı bir hayat hikayesi içinde kendini bulmasını okuyoruz. “Fırtına yüzünden geciken gemi Fransa’daki küçük liman kentine ancak akşam geç bir saatte yanaşabilmiş, Almanya’ya kalkan gece treni kaçmıştı” diyerek başlar hikaye ve olayın anlatıcısı olan kişi, hiç tanımadığı bir kentin sokaklarında ertesi güne kadar vakit geçirebilmek için dolaşmaya başlayacaktır.
Ama bu tuhaf sokaklar yalnızca geceleri yaşarlar, gündüzleri boz rengi soğuk maskeler takınırlar ve bu maskelerinin altında onları yalnızca bilenler tanır.
Dar ve karanlık bir sokakta Almanca bir ezgi duyduğunda, haftalar sonra kendi dilini konuşan birisini duymanın verdiği özlem ve merak içinde kalır. Bu kişiye, bu zavallı şarkıyı yürekten söyleten gizeme doğru adeta çekilir. Hikayeye dahil olan bir başka karakterle birlikte Zweig ustalığını konuşturur ve bir diyalog içinde bir insana ait tüm çaresizliği, umutsuzluğu, yıkılmışlığı ve pişmanlığı sanki siz bizzat kendiniz o kişiyle konuşuyormuşsunuz gibi hissedersiniz..
Belki de kötü biri olmuştur, ama ben… ben inanmıyorum…çünkü bayım, çok iyiydi o, çok iyi…
Leporella
Beni en çok etkileyen hikaye kan dondurucu karakteriyle “Leporella”. Hikayede lakabı daha sonradan Leporella olacak Crescenz isminde öyle bir karakter var ki, Zweig neden böyle bir karaktere hayat verdi, anlamakta zorlanabilirsiniz 🙂 Böyle aman bana ilişmesin, beri dursun, muhattap olmayayım da ne yaparsa yapsın diyeceğiniz bir karakter 🙂
Onun güldüğünü de gören olmamıştı; bu konuda hayvanlara benzerdi, çünkü konuşma yeteneğini kaybetmekten daha korkunç bir şey vardı belki, duygunun mutlu ve özgür biçimde dışa vurumu olan gülmek, Tanrı’nın bilinçsiz canlılarından esirgenmişti.
Yabani bir insan olan ve çokça çalışan, on iki yaşından beri hizmetçilik yapan Tirollu bu kadını, simsar bir kadın görerek Viyana’da çalışması için ikna eder. Anayurdunu para uğruna ilk kez terk eden Crescenz, Viyana gibi bir şehrin göbeğinde çalışmasına rağmen dışarıya çıkmak için hiçbir ilgil duymaz ve hizmet ettiği evde at gözlüğü takmışcasına zihnini kapatıp kendini evin işlerine verir. Evin sahipleri Baron ve eşinin ise evdeki kavgaları bir türlü bitmez. Baron ve Crecenz arasında yaşanan diyalogdan sonra olaylar farklı bir boyut kazanmaya başlar, Crecenz karakterinin aşırılıkları ve tuhaf olaylar örgüsü ile ne kadar uç noktalara gidebileceğini dehşetle okuruz hikayede..
Nişan
“Nişan” hikayesinde, 1810 yılında İspanya ve Fransa arasındaki savaşta saldırıya uğrayan birliğinde yalnızca bir albay hayatta kalır. Saatlerce saklanmak zorunda kalan albayın yaşadığı korku, bir yanda birliğini kaybettiği için duyduğu utanç ve azap anlatılır. Aşırı etkilendiğim ve aklımda yer eden bir hikaye olmasa da, Zweig bu hikayede savaş ortamındaki bireylerin bakış açısının nasıl katılaştığını, siyah-beyaz ayrımı kadar sert bir şekilde dost-düşman asker ayrımının yapıldığı, düşman olarak addedilen bir askere karşı sorgusuzca nasıl bir vahşet hissinin yükseldiğini anlatmış.
Cebindeki onur nişanını bir papaz gibi inançla sımsıkı kavradı. Bu onun sevinç çığlığı, feryadı, umuduydu.
Leman Gölü Kıyısında Olay
“Leman Gölü Kıyısında Olay” hikayesinde de bir önceki hikaye olan “Nişan”‘a benzer şekilde Zweig’ın bir çok eserinde kullandığı bir konu olan savaş karşıtlığı ve savaşın bireyler üzerindeki sarsıcı etkisini görmek mümkün.
Olay Villeneuve adlı bir İsviçre kasabası yakınlarında geçiyor, oldukça kısa olan bu hikayede mecburen savaşa katılmış bir askerin evine dönmek için giriştiği amansız çabaya tanık oluyoruz.
“Ama bayım, karımın ve çocuklarımın yanına dönmemi bana yasaklayamazlar ki! Asker değilim artık!
Ahh Boris ahh! 😦
Avare
“Avare” öyküsünde ise yine yaşamın kıyısına itilip dışlanmış bir karakterle yüzleşiyoruz. Altı sayfa gibi kısacık bir hikayede okul yaşamındaki bir öğrencinin yaşayabileceği iç bunalımlar, yalnızlık, diğerleri tarafından küçümsenme ve dışlanmışlık hissini hissettirebilmiş bize Zweig. Yine hüzünlü bir sonla biten bir öykü..
Sanki zihnindeki bütün düşünceleri uyuşturmak istercesine daha hızlı koşuyordu ve beyninin tamamı tek bir cümleyi mırıldanıyordu: Daha hızlı, daha hızlı…
Son Yorum
Öykülerin hepsini göz önüne alırsak genel olarak trajik sonlarla ve ölümle ilgilerinin olduğunu söyleyebiliriz, bu anlamda da biraz karanlık, dramatik ve kasvetli bir Zweig kitabı. Okurken fenalık geçirebilirsiniz ama okumanıza engel teşkil etmiyor bence bu durum 🙂 Zweig olur da okunmaz mı 🙂