
- Yazar: Hüseyin Rahmi Gürpınar
- Sayfa: 131
- Yayınlandığı Yıl: 1912
- Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
- Mekan: İstanbul
“Gulyabani” deyince herkesin aklına herhalde ilk olarak Süt Kardeşler filmi gelir. O yüzden hikayeyi az çok tahmin edersiniz, gelmeyenlere ise anlatıp da ipucu vermeyelim:)
Zamanının hanımninelerimizden bir tanesinin peçeteye istek parça yazar gibi Hüseyin Rahmi’ye yazdığı bir mektupta, istek hikaye talebinde bulunmasıyla başlamış tüm olay. Masal gibi olsun ama roman gibi de olsun, çok ilmi olmasın ki okuduğum diğer munis hanımnineler de kolaylıkla anlasın, haa bir de şööyle soba başında sıcak sıcak keyifle okunacak bir hikaye olsun der hanımninemiz:) Kitabın en başında hanımninemiz ile yazar arasında karşılıklı yazılmış mektupların aslını okuyarak başlarız hikayeye. Hüseyin Rahmi hikaye ile ilgili “roman bir gariplikler mecmuası olmakla beraber, medeniyetin yirminci asrının zihinler için tayin ettiği makul sınırlar dahilinde neticelenecek” der ve kitabın sonu hakkında aslında önden bir sufle verir.
Hüseyin Rahmi hanımninemizi kırmaz, hikayeyi yazar. Yazarken de yapar yine yapacağını, ortaya yine böylesine masalsı ve eğlenceli bir hikaye çıkar. Hikayeyi okurken ben de bir yandan hanımninemizin tandır başında boza sohbetinde, okuma gözlüğünü takıp, başında yaşmağıyla diğer hanımninelere “Gulyabani” romanını okurkenki halini hayal etmekten kendimi alamadım:) Ne hoş zamanlarmış.
Romanı okurken tekerlemelere mi gülsem, masal dinleyen çocuklar gibi meraktan meraka mı kapılsam ya da Muhsineciğim gibi korkudan tir tir mi titresem bilemedim. Kitabın konusunu çok da anlatmadan kısaca bahsedecek olursak, Muhsinecik diye bir hanım kızımız İstanbul’un epey dışındaki bir köşke hizmetçi olarak gider. Köşke getirilirken de hiçbir şeyi merak etmemesi ve sorgulamaması tembihlenir. Köy sakinleri tarafından “netameli” olarak adlandırılan köşkte çok zor dakikalar onu bekler, ama yine de merakına yenik düşüp, kapalı kapılar adında olanları sorgulamaya başlar.
Ben bunların ellerinden ölmesem bile meraktan öleceğim. Bu kadar garip işlerin içinde bir şey merak etmeden nasıl yaşanır? Merak etmemeye uğraşıyorum, ama olmuyor.
Hüseyin Rahmi beni yine hayal kırıklığına uğratmadı, su gibi okuyup gittiğim bir hikaye oldu. Yine dönemin mahalle kültürünü, halkın batıl inançlarını, adetleri ve alışkanlıklarını öyle dilbaz bir şekilde anlatmış ki, insan okurken kendisine engel olamıyor. Kendisinden gelen talebe de uygun bir şekilde masalın romana, romanın masala geçiştiği bir stilde okuyoruz hikayeyi.
Köşkün bütün erkek perileri bana aşık olmuş… Ben bu kadar güzel miyim? İnsanlardan kapalı olan bahtım perilerden açıldı.
Hikaye boyunca tekerlemeler, bilmeceler ve söz oyunları o kadar fazla ki, yazarın hayal gücüne hayran olmamak elde değil! Hüseyin Rahmi geç tanıştığım ama beni oldukça saran bir yazar oldu. Herhalde lisedeyken bu romanları bu kadar seveceğimi söyleselerdi şaşardım:)
Bu saçmaların en çok hoşuma gideni, “Aman etme, darılırım. Gıdıklama bayılırım. Dayanamam sarılırım” nakaratıydı.
Bir Türk Edebiyatı Klasiği daha böylece bitmiş oldu, keyifli okumalar!