
Yazardan ilk okuduğum roman olan “Afrikalı Leo”dan sonra “Semerkant” romanında da beni büyülü bir yolculuğun beklediğini biliyordum. Ve bu yolculuk beni bu kez de hüsrana uğratmayarak, tarihteki kişiliklere, farklı olaylara, ülkelere ve şehirlere doğru götürdü. Hem öğrendiğim, hem keyif aldığım, hem merak ettiğim, çok güzel bir serüven haline dönüştü.
Kitabın Konusu, Bölümleri ve Ana Karakterleri
Amin Maalouf’un kalemi gerçek kişi ve olayların ışığında, tarihe masalsı ve mistik bir atmosfer katarak, okuyucunun hikayeden kopmadan merakla devamını getirmesini sağlıyor. Semerkant kitabında İran tarihinin önemli olaylarını, önce bin yıl öncesinde Ömer Hayyam’ın çevresinde şekillenen olaylar üzerinden okuyoruz. Ardından bin yıl sonrasına giderek, Hayyam’ın el yazmasının izinden benzer şehirlerdeki İran’ın öyküsünü okumaya devam ediyoruz.
“Afrikalı Leo” ya benzer şekilde “Semerkant” da içinde farklı hikayeler barındıran ve yazarın farklı bölümlere böldüğü bir eser. Dört bölümden oluşan eserin ilk iki bölümü olan “Şairler ve Aşıklar” ile “Haşşaşiyun Cenneti” bizleri bin yıl öncesine kitabın merkez karakteri olan Hayyam’ın yaşadığı çağa götürüyor. Yazar gerçek kimlikler, mekanlar ve olaylar seçerek bunları kurgusal bir hikaye içinde eritiyor. Buna örnek olarak ise ilk iki bölümde Ömer Hayyam, Hasan Sabbah ve Nizamülmülk gibi tarihteki gerçek kişiler ve gerçek mekanlarla karşılaşıyoruz.
Bir yandan ise kurgusal kişiler de karşımıza çıkıyor. Eserin son iki bölümü olan “Bin Yılın Sonu” ve “Denizde Bir Şair” bölümlerinde Hayyam’ın yaşadığı çağdan bin yıl sonrasına 1900’lü yılların başına gidiyoruz. Hayyam’ın el yazmasının izinden giden Benjamin O.Lesage ve Şirin gibi kurgu karakterlerle kitabın hikayesini çeşitlendiriyor yazar.
Bir yandan roman okur gibi bir akıcılıkta hikaye sürerken bir yandan birçok tarihi kişilik, olay ve dönemin İran kültürü hakkında fikir sahibi olduğumuz bir okuma çıkıyor karşımıza. Semerkant, Merv, Kum, İsfahan, Nişapur, Tebriz, Tahran, İstanbul, Paris ve Annapolis gibi şehirlere uzanıyor bu hikaye.
Kalk haydi, ebediyen uyuyacağız zaten! – Ömer Hayyam – Sy.171
Tarihsel Kurgu Özellikleri
Kitabı okurken sık sık bu anlatılanların ne kadarı kurgu, ne kadarı gerçek acaba duygusuna kapıldım. Tarihsel kurgunun okuyucuda hissettirdiği genel bir durum olduğunu düşünüyorum bu durumun, çünkü tarihsel kurgunun özünde gerçek olay ve kişilerin, kurgusal kişi ve olaylarla desteklenerek bir roman olarak ortaya koyulması olduğundan, gerçek ve kurgu birbirine oldukça geçişkenlik gösteriyor.
Özellikle Hayyam’ın hayatının anlatıldığı ilk iki bölüm beni oldukça etkiledi ve merakımı uyandırdı. Sık sık internette araştırmalar yaptığım, Ömer Hayyam’ın, Hasan Sabbah’ın, Nizamülmülk’ün hayatlarını okurken kendimi bulduğum bir okuma süreci oldu. Çekirdek karakter ve olaylar gerçeği yansıtırken yazar bu olayları kurgusal bir roman içinde eritmeyi çok iyi başarmış diyebilirim.
Kitabın bin yıl sonrasına giden 1900’lü yılların başındaki bölüm ise İran’ın çalkantılı tarihinin sebebini biraz daha yakından anlamama olanak sağladı diyebilirim.
En çok merak ettiğim ise Ömer Hayyam’ın Rubaiyat eserinin orijinal aslının başına gelenlerin doğru olup olmadığı oldu elbette.
Kralına karşı haklı olan bir vekil, kocasına karşı haklı olan bir kadın, subayına karşı haklı olan bir nefer; bunların hepsi iki kat cezaya çarptırılmaz mı? Zayıflar için, haklı olmak bir suçtur. – Sy.309
Kitabın Kısa Özeti
Spoiler Uyarısı: Yazının bundan sonraki kısmı, kitabı henüz okumamış kişiler açısından ön bilgi içermektedir.
Roman “Atlas Okyanusu’nun dibinde bir kitap yatıyor. Anlatacağım işte onun hikayesi” cümlesiyle, kitabın anlatıcı karakteri Benjamin O. Lesage’ın sözleriyle başlıyor. Bir sayfalık bir ön sunuştan sonra ise Ömer Hayyam’ın ağzından anlatılan kitabın ilk iki bölümlük – benim de en çok keyif aldığım – kısmı başlıyor.
Bu kısımda bol bol Selçuklu Devleti, Karahanlılar, Ömer Hayyam, Hasan Sabbah, Nizamülmülk ve Alparslan hakkında kısa kısa yan okumalar yaptığımı ekleyebilirim. Çünkü kitabı okurken ister istemez bir merak uyanıp, kendimi Wikipedia da bulduğum anlar çok oldu:)
Ömer Hayyam Nişapur-Horasan doğumlu şair, astrolog ve aynı zamanda matematikçi. 1068 yılında Buhara, 1070 yılında ise Semerkant’a taşınır. Romanımız tam bu noktada Hayyam’ın Semerkant’a geldiği dönemde başlıyor. Semerkant o yıllarda Karahanlı devletinin başkenti durumundadır ve Karahanlı hükümdarı Şemsü’l-Mülk Nasr tarafından yönetilir. Şehre geldiği dönemde kendisini simyacılıkla suçlayan bir grup tarafından saldırıya uğrayan Hayyam, şehrin kadısının huzuruna çıkarılır. Daha önceden Hayyam’ın ününü duymuş olan şehrin kadısı Ebu Tahir, Hayyam’ı saygıyla karşılar ve koruması altına alır. Kendisine şiirlerini yazması için boş sayfalardan oluşan bir kitap hediye eder. İşte bu kitap Hayyam’ın Rubaiyat’ı olacaktır. Ömer Hayyam Semerkant’a yerleşir ve hükümdarı Nasr tarafından da memnuniyetle karşılanır.
Romanımızın ikinci gerçek karakteri olan Nizamülmülk ise aynı yıllarda Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun baş veziri durumundadır. Alparslan ve oğlu Melikşah’ın döneminde vezirlik yapar. 1073-74 yıllarında Ömer Hayyam’ın da Semerkant’da olduğu dönemde, Büyük Selçuklular Karahanlı topraklarına akınlar düzenlerler. Bu sırada Alp Arslan ölür, oğlu Melikşah ise Karahanlılar ile barış sağlar. Barış görüşmeleri sırasında Hayyam ile tanışan Nizamülmülk, Hayyam’a bir yıl sonra İsfahan’da görüşmek üzere randevu verir.
Romanımızdaki üçüncü gerçek karakterimiz ise adı dehşetle özdeşleşmiş olan Hasan Sabbah. Romana göre İsfahan’a yaptığı yolculuk sırasında kaldığı bir handa karşılaşır Ömer Hayyam Hasan Sabbah’la. Kendisini “Rey’de bir talebe” olarak tanıtan ve İsfahan’a doğru gittiğini söyleyen Hasan Sabbah’ın bilgi dağarcığından çok etkilenen Ömer Hayyam, İsfahan yolunu Hasan ile birlikte gider.
İsfahan’da üç karakterin yolları ilk kez kesişir ve tarih ağlarını örmeye başlar. Nizamülmülk’ün huzuruna çıkan Ömer Hayyam, vezirin talebini dinler ancak kendisine uygun olmadığını düşünür. Vezir Ömer Hayyam’dan istihbarat teşkilatının başına geçmesi ister. Ömer Hayyam ise, bu işe kendisinden daha uygun bir aday ile tanıştığını açıklar ve bu ismi önerir: Hasan Sabbah’dan başkası değildir bu.
Halbuki Hasan Sabbah en başından beri tüm bunları planlı bir şekilde yürütmektedir. Şii mezhebine bağlı olan İsmaililik alt mezhebinden olan Hasan Sabbah, mezhebinin propagandasını yapmak ve İran topraklarında hüküm süren bir Türk devleti olan Selçuklu devletini içten içe zayıflatmak istemektedir. Bu görevine de o dönemin en güçlü Vezir’i olan Nizamülmülk’ü saf dışı bırakmak isteyerek başlar. Ancak kurduğu entrika işe yaramaz ve Melikşah tarafından çöle sürgüne yollanır. Hasan Sabbah’ın varlığından kurtulduğunu sanan devleti ise yıllar sonra çok daha büyük sorunlar beklemektedir.
Sürgün süresince Hasan Sabbah İsmaililik propagandasını gizli gizli sürdürür ve taraftar toplar. Kültürlerinin tehlike altında olduğunu savunarak Haşhaşiyun tarikatını kurar. Önce açık bir şekilde nüfuz elde etmek ister ancak bunda başarılı olamayacağını anlayınca çok daha sinsi bir göreve başlar. Kaçarak Alamut kalesine yerleşen Hasan Sabbah, buradan hiç çıkmadan 34 yıl boyunca kalacak, önemli ve kritik noktalardaki kişilere suikastler düzenleyen fedailerini yetiştirecek, ve bu intihar suikastçileri üzerinden büyük bir teröre sebep olacaktır. Maalesef bu yöntemleri okuduğumda kanımın donduğunu, aynı yöntemlerin hala radikal terörist gruplar tarafından kullanılmasının öncüllerinin belki de Hasan Sabbah ve benzeri kişilerin geçmişteki eylemleri olduğunu farketmenin içimi ürperttiğini söyleyebilirim.
Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ının yazgısı ise bu sıralarda değişir, Hayyam’ın evinden Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından çalınan el yazması, Alamut Kalesi’nde zapt edilir ve Moğol istilasına kadar da kalede kalmaya devam eder. Moğol istilası sırasında kitap kayıplara karışır. Bu noktada Nizamülmülk ve Hayyam’ın da hikayelerinin sonuna geliriz romanda.
Nizamülmülk’e karşı kini sönmeyen Hasan Sabbah, bir fedaisi aracılığıyla Nizamülmülk’e suikast planlar ve o sırada bir yandan da gözden düşmüş olan vezir başına gelecekleri sezdiği halde akışa engel olmaz ve suikastte hayatını kaybeder. Nizamülmülk’ün ölümünün ardından gözden düşen Ömer Hayyam, İsfahan’dan ayrılarak doğduğu kent olan Nişapur’a döner ve münzevi bir hayat yaşar. Hayyam, 1131’de 83 yaşında Nişapur’da hayata gözlerini yumar.
Nizamülmülk ile ilgili kitapta da yer verilen bir konuda vezirin son yıllarında kalem aldığı “Siyasetname” adlı eseridir. Semerkant kitabında bu eser, Batı edebiyatının “Prens” adlı eseri ile benzetilir.
Kitapta Hayyam’la ilgili en etkilendiğim satırlarda ise şöyle yazar. Rivayete göre Nizami Aruzi’ye “Mezarım öyle bir yerde olacak ki, her ilkbahar’da kuzey rüzgarı üzerine çiçekler saçacak.” der Hayyam. Hayyam’ın ölümünden dört yıl sonra, Nizami Aruzi’nin yolu Nişapur’a düşer. Ustanın mezarını ziyaret etmek ister ve şöyle aktarır: “Girişten sonra sola dönünce bir bahçenin duvarına yaslanmış mezarı gördüm. Armut ve şeftali ağaçlarının dalları üzerini örtmüş, çiçeklerini kabrin üstüne yaymışlardı, taç yapraklarının altında toprak görünmez olmuştu.”
Bu noktadan sonra Benjamin O.Lesage’in hikayesine geri döneriz. Kurgusal karakterimiz olan Benjamin’in annesi ve babası Hayyam’ın şiirleri sayesinde tanışır ve evlenirler. Hayyam kendi çağından bin yıl sonra Batı toplumunda ün kazanmıştır ve şiirleri farklı dillere çevrilmiştir. Annesi Fransız, babası ile Fransa kökenli bir Amerikalı olan Benjamin O.Lesage da küçük yaşlarından itibaren Hayyam’ın şiirlerinin çevresinde büyür.
Onu bu denli etkileyen “Rubaiyat”ın peşine düşen Lesage’in yolculuğu Paris’e, İstanbul’a ve oradan da İran’a kadar uzanır. İran Şah’ının torunu Prenses Şirin ile tanıştığı İran, Benjamin’in hayatında çok farklı anılara sahne olacaktir. İran’ın demokratikleşme yolculuğuna, meşrutiyet girişimlerine, çatışmalara, meclisin açılması ve kapatılması gibi birçok döneme tanıklık eder. İran, Rusya, İngiliz, Amerika arasındaki politik çekişmelere tanık oluruz bu satırlarda. İran’ın demokratikleşme süreci istenilen gibi gerçekleşemeyince, Şirin’e kadar ulaşan “Rubaiyat”ı da yanlarına alarak, Şirin ile birlikte İran’ı terk ederler.
Amerika’ya yerleşmek için dönemin ünlü gemisi “Titanic” ile yola koyulan çifti kötü bir sürpriz beklemektedir. Büyük bir talihsizlik ile yaklaşık bin yıl önce yazılan, Rubaiyat’ın orijinal kopyası Titanik ile birlikte sulara gömülür. Benjamin ve Şirin kazadan kurtulurlar. Ancak onun için çok önemli bir yere sahip olan Rubaiyat’ını kaybeden Şirin, limanda ortadan kaybolur, ve Benjamin bir daha asla Şirin’i bulamayacaktır. Hüzünlü bir sonla okuyucuya veda eder yazar bu noktada.
Şu güzel memleketlerimizi birer zindana çevirmeseydiniz, gidip Avrupalıların yanına sığınma ihtiyacı duymazdık! – Sy.192
Kitap Hakkında Sonsöz
Kendi adıma oldukça verimli, keyifli ve bilgilendirici bir okuma olduğunu söyleyebilirim. Elbette tarihsel roman okuduktan sonra insanın aklında kalan bilgileri gerçek olarak algılama gibi bir eğilimi oluyor ister istemez. Bu noktada biraz da yan okumalarla destekleyerek, hangi karakterlerin ve olayların gerçek, hangilerinin kurgu olduğunu anlamak da okumayı renklendiriyor.
Tarihsel kurgu yazabilmek için yazarın oldukça araştırma yapmış olması gerektiği de bir gerçek. Romanda gerçek olaylar ve kişiler kullanıldığından ve kurgunun da bu çekirdek etrafında oluşturulması gerektiğinden, kurgunun tarihe paralel ve tarihe ters düşmeyecek şekilde olması önemli. Bu açılardan baktığımda oldukça severek okuduğum bir roman oldu Semerkant.
Keyifli okumalar!